Savaş, barış ve yeni denge arayışları

87
reklam alani

Tarihin en önemli dönemeçlerinde, siyasi-askeri düzenler harp yoluyla ya da harbin dolaylı etkileri ile kurulur ve yıkılırlar. Üstelik, bu önermeyi test etmek de oldukça kolaydır. Örneğin, bu makalenin aslını ya da çevirisini okuyan her entelektüel, kendi devletinin ve devletinin tarihteki öncüllerinin nasıl kurulup yıkıldığını kısaca gözden geçirdiğinde, birçok durumda bir ya da bir dizi savaş ile karşılaşacaktır. Esasen, ilk bakışta iddialı gibi görünse de, savaş, sosyolojik temelleri kadar, biyolojik kökleri de olan bir olgu. Zira, kaynaklar üzerinde kontrol sağlamak için bir hiyerarşi içinde, sistematik şiddet uygulama eylemi sadece insanda değil, çeşitli karınca ve arı türleri başta olmak üzere doğada koloni halinde yaşayan birçok canlıda gözlemlenebilir. Elbette, insan topluluklarının kurdukları karmaşık siyasal yapılar, bu yapıların kendi içlerinde ve birbirleriyle etkileşimleri, insanın teknoloji üretme ve kullanma becerisi, onu bildiğimiz diğer canlı türlerinden ayırıyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan uluslararası sistem de -Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısından Kuzey Atlantik İttifakı Örgütü’ne (NATO) kadar- çok geniş coğrafyalarda vuku bulan bir savaşlar ve çatışmalar sürecin ürünü olmuştur. Gelinen aşamada İkinci Dünya Savaşı ve müteakiben Soğuk Savaş sonrası sistemin doğal ömrünü tamamladığı ve dünyanın yeni bir siyasi-askeri dengeyi kurana kadar kaotik bir süreçten geçeceği anlaşılıyor.

Yeni küresel savaş dinamikleri

İçinde bulunduğumuz yüzyılda yeni bir savaşın olup olmayacağı konusundaki tartışmaları pesimist -ya da gerçekçi- bir yaklaşımla değerlendiren uzmanlar, siyasal tarih boyunca hemen her yüzyılda büyük çaplı bir harp yaşandığını vurguluyor, 21. yüzyılda böyle bir olayın tekrar etmeyeceğini ileri sürmenin, bizatihi bu yüzyılda bir istisna yaşanacağını söylemek anlamına geleceğini, böyle bir iddianın ise izaha muhtaç olduğunu belirtiyorlar. Zira, siyasi tarihte geriye dönüp bakıldığında, sistemin büyük güçleri arasında kanlı savaşlar yaşanan dönemlere birçok örnek verilebilirken, tümüyle bir barış yüzyılı bulmak gerçekten zor ve istisnai. Ayrıca, dünyanın halihazırda bir ‘barış’ dönemi geçirdiğini öne sürmek de kolay değil.

Ukrayna’dan Suriye’ye kadar geniş bir hat üzerinde çatışmalar devam etmekte, Suriye Baas rejimi örneğinde görüldüğü üzere, kitle imha silahlarının kullanılmamasına ilişkin yaklaşık bir yüzyıl önce ulaşılan uluslararası normlar hiçe sayılabilmekte. Dahası, devlet dışı silahlı gruplar, insansız hava araçları, gelişmiş el yapımı patlayıcılar, personel tarafından kullanılan hava savunma sistemleri (MANPADS), güdümlü anti-tank füzeleri (ATGM) gibi taktik oyun-değiştiricilere rahatlıkla ulaşabiliyor. Bu durum, 20. yüzyılın düşük yoğunluklu çatışmalarının yerini, 21. yüzyılın hibrit harplerinin almasına neden oldu. İçinde bulunduğumuz dönem, ilan edilmeyen ve jeopolitik etkileri tahmin edilemeyen savaşların yükselişine tanıklık ediyor.

Küresel rekabet yeniden şekilleniyor

Dünyadaki tehlikeli gidişatın durdurulması da bir o kadar zor. Silahsızlanma ve silahların kontrolü rejimleri belirtilen duruma açıklayıcı bir örnek teşkil ediyor. Söz gelimi, nükleer silahsızlanmaya ilişkin düzenlemelerde stratejik harp başlıklarını ve bu silahların atış vasıtalarını net biçimde tanımlamak, tanımlarla ilgili denetim mekanizmalarını işletmek mümkün. Ancak, 20. yüzyılın silahsızlanma ve silahların kontrolü paradigmasını 21. yüzyıla, söz gelimi siber harbe teşmil etmek ne kadar gerçekçi? Siber harp ajanlarını, tıpkı top bataryalarını ya da ana muharebe tanklarını ‘sayar‘ gibi ‘saymak‘, bir ülkenin taarruzi siber harp yeteneklerinin envanterini çıkarmak pratikte neredeyse imkansız…

İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş sonrası statükonun önce bir çatışma sonra da yeniden denge ile yeni bir boyut kazanacağı hipotezini, muhtemel aktörlerin durumları ve kapasiteleri ile de desteklememiz gerekiyor.

ABD ve NATO’nun Avrupalı üyeleri, özellikle Irak ve Afganistan deneyimlerinin ardından, stratejik düzeyde kuvvet kullanarak müdahalede bulunmaktan çekinir durumdalar. Suriye’de, Baas rejiminin kimyasal silah kullanımına karşı Başkan Obama dönemindeki -anlamsız- çekingen tutum ve Başkan Trump döneminde sembolik düzeyde kalan askeri müdahaleler bu analizi doğrular nitelikte. Dahası, DEAŞ terörüne karşı sınırlarının ötesinde birkaç tugay büyüklüğünde konvansiyonel kuvvet konuşlandırabilen tek NATO üyesi ülkenin Türkiye olması da dikkat çekici. Öte yandan, 2018 ABD Milli Savunma Strateji Belgesi’nde belirtildiği üzere, Washington’un küresel liderliğine meydan okuyan Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu, askeri kapasiteleri -henüz- ABD’nin altında olsa da, cüretkar hamleler ile çok kutuplu dünya düzenini tahkim etmeyi sürdürüyorlar. Ayrıca, Rusya Federasyonu’nun Ukrayna müdahalesinde ve Suriye’deki askeri faaliyetlerinde gözlemlendiği üzere, bu önemli aktör, savaş ile barış dönemi arasında gri bir alanda kalan yeni müdahale konseptleri geliştirmeyi başarmış görünüyor. Kimi zaman Rus Genelkurmay Başkanı Valery Gerasimov’un adıyla da anılan söz konusu doktrinin özellikle NATO ve ittifakın doğu kanadı açısından kritik bir de niteliği var. Teknik olarak açık bir savaş durumu söz konusu olmadığı için, NATO kurucu antlaşmasının 5. Maddesi ile tanımlanan casus foederis de şok edici bir sürpriz faktörüyle etkisizleştirilebilir. Tüm bunlar olurken belki de en ilginç gelişme, Washington’dan ABD dış politikasına ilişkin kafa karıştırıcı emareler gelmesi. Açıkçası, Trump yönetiminin içe kapanık bir tavırdan mı daha sert uluslararası rekabetten mi yana olduğunu anlamak kolay değil. Bu kafa karışıklığı, özellikle Baltık ülkeleri gibi NATO’nun göreli daha zayıf devletlerinde endişelere yol açıyor.

Öncekilere benzemeyen bir savaş

Bir gerçeğin altını çizmemiz gerekiyor, yeni bir uluslarası sistem inşasına yol açması muhtemel küresel çatışma, Birinci Dünya Savaşı ya da İkinci Dünya Savaşı örneklerinden çok farklı tezahür edecektir. Çünkü, 21. yüzyılda güç parametrelerinde önemli değişimler yaşandığı gibi, uluslararası mücadelenin zemin ve nitelikleri de ciddi biçimde değişiyor. Uzay ve siber-uzaydaki mücadele giderek artarken, teknolojik rekabet insansız sistemler ve otonomi etrafında oluşuyor.

Önümüzdeki on yıllarda, teknolojik gelişmelerin askeri, ekonomik, sosyal ve dolayısıyla siyasal boyutlarda köklü değişimlere neden olması kaçınılmaz. En önemlisi de, bilgisayar trendlerinde ve dijital alanda yaşanan ilerlemelerin, yapay zeka atılımı ile çok farklı bir boyut kazanıyor olması. Yapay zeka devriminin doğal askeri sonuçlarından en seçilebilir olanı, robotik harbin yükselişi. Öte yandan küresel olarak yapay zeka uygulamalarının yaygınlaşmasına ilişkin sosyo-ekonomik projeksiyon çalışmaları, bir diğer sonucun da makinelerin insana dayalı işgücünün yerini almasıyla kitlesel düzeyde artan işsizlik dalgası olacağını belirtiyor. Güvenlik bilimlerinin, neredeyse fen bilimlerini andırır şekilde, doğrusal denklem ile ifade edilebilen kuralını anımsamakta yarar var; işsizlik, özellikle de genç işsizliği, radikal ideolojiler ile birleşince ortaya çıkan sonuç terörizm oluyor. Burada radikal ideolojilerin yayılmasında gelişen enformasyon teknolojilerinin ne denli önemli olduğunu, terör örgütlerinin internet üzerinden yaptığı propogandanın etkilerini de göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bu nedenle, 2020’ler ve 2030’larda DEAŞ benzeri terör örgütlerinin insan kaynağı bulmada zorlanmayacaklarını da söyleyebiliriz.

Bir diğer konu da, bilgisayar ve enformasyon teknolojilerine bağlı olarak verilerin ve dijitalize sistemlerin korunmasına ilişkin zorlukların giderek daha ciddi bir boyut kazanacak olması. Sadece son yıllarda Batı dünyasındaki demokratik süreçlere olan siber ve enformasyon müdahaleleri iddialarına, sosyal medyanın manipülatif amaçlarla kullanımına ya da bilgi güvenliğinin içinde bulunduğu riskli duruma bir göz atmak dahi mevcut durumu özetliyor. Somut olarak ortaya koymak gerekirse, 2020’lerde ve 2030’larda yaşanacak savaşların hem çok ileri seviyede açık kaynaklı istihbarat faaliyetini hem de milyonları yanıltabilecek biçimde enformasyon harekatlarını yoğun biçimde beraberinde getirmesi kaçınılmaz. Bu nedenle, çağın gereklerini anlayamayan aktörler için, bir zamanlar “harp meydanında kazanıp, diplomasi masalarında kaybetmek” formülasyonunu, “harp meydanında kazanıp, küresel iletişim zeminlerinde kaybetmek” şeklinde yenilemek gerekecek.

Tekno-bilimsel paradigma kayması ve Türkiye

Yukarıda tartışılan hususlardan sonra sıra Türkiye’ye geldiğinde kendimize iki basit ancak kritik soru sormamız gerekiyor. Birincisi, dünyada belirtilen değişimler yaşanırken Türkiye nerede duruyor, ikincisi ve daha önemlisi, 21. yüzyıl bir önceki yüzyılın küllerini üzerinden atarken Türkiye’nin milli stratejisinin ne olması gerekiyor?

Bu sorulara tek bir yazıda yeterince yanıt vermek zor. Bununla birlikte, dışarıdan bakılınca görülen manzarayı özetlemeye çalışalım. Birincisi, Türk savunma sanayiinin ve Türkiye’nin askeri-endüstriyel kompleksinin yakaladığı ivme, ilk bakışta tahmin edilenden çok daha önemli sonuçlar doğuruyor. Ankara, Zeytin Dalı, Fırat Kalkanı gibi harekatları yürütürken, 1990’ların sınır ötesi harekatlarından farklı olarak ciddi ölçüde kendi ürettiği silah sistemlerine ve milli envanterine dayandı. Bu nedenle, yine 1990’lı yıllardan farklı şekilde, diplomatik bir ‘sopa‘ olarak kullanılan adı konulmamış silah ambargolarına karşı bağışıklığını ciddi biçimde tahkim etmiş oldu. Elbette, bu başarılı resmin tamamlanması için Altay ana muharebe tankının envantere girmesi, Akıncı gibi daha stratejik İHA sistemlerinin kullanılmaya başlanması, milli çok katmanlı hava savunma mimarisinin inşa edilmesi, temel güç projeksiyonu unsuru olacak çok maksatlı amfibi hücum gemisi projelerinin hayata geçirilmesi ve diğer birçok ciddi eşiklerin daha aşılması gerekiyor. Ancak, milli askeri kapasite inşasına ilişkin gelişmelerin oldukça başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

İkinci olarak, Türk savunma duruşu, artık, Somali’den Katar’a kadar geniş bir eksende bölgesel bir stratejiye dayanıyor. Bu strateji sadece sert güç unsurlarından da oluşmuyor. Yumuşak güç unsurlarını da kapsayacak şekilde, Ankara, Türkiye’yi çevreleyen coğrafyada bir akıllı güç potansiyeli oluşturmayı hedefliyor.

21. yüzyılın belirginleşen rekabet ortamında Türkiye’yi yeni oluşacak statükonun kazananlarından yapmanın en önemli şartı ise, dünyada baş döndürücü hızla süren tekno-bilimsel dönüşümü takip edecek ve hatta belirli segmentlerde yönetecek beyin gücünün, hem üst düzey eleştirel düşünce kültürü hem de milli güvenlik hassasiyetlerini taşıyacak şekilde yetiştirilmesi… Burada, altını önemle çizmemiz gereken husus şu: Tarıma dayalı üretim sisteminde ekilebilir arazi ve tarım ekonomisinde üretici olabilecek, yani bahse konu araziyi işleyebilecek nüfusun sayısı bir devletin güç kapasitesi üzerinde doğrudan belirleyici iken, sanayi devrimi toplumunda benzer bir denklem askeri gücü destekleyecek fabrikalara ve bu fabrikalarda çalışan işgücüne dayanmakta idi. Konuyla ilgili birçok çalışma, sanayi devrimi sonrası toplumlarda eğitim sisteminin dahi barış zamanında fabrikada disiplin içinde verimlilikle çalışacak işçiler, savaş zamanında da aynı disiplinle birliğinde faaliyet gösterecek askerler yetiştirmek üzere kurgulandığını analiz ediyor. Günümüz enformasyon toplumlarında ise ülkenin milli güç kapasitesini destekleyecek vatandaş profili, sanayi devrimi toplumlarından farklı olarak, girişimci, bilgiye erişimi ve kullanmayı iyi bilen, teknoloji üretimine inovatif katkıda bulunmaya uygun bir eğitim almış bireylerden oluşuyor.

Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş sonrası oluşacak yeni uluslararası denklemde belirleyici olması için, savunma sanayii alanındaki başarılı atılımının bir benzerini, insansız sistemlerdeki teknoloji üretimine ilişkin ivmeden de yararlanarak, gerekli beyin gücünü oluşturacak şekilde tekrarlaması zaruri. Üstelik, dünyadaki tekno-bilimsel trendlerin geldiği nokta, stratejik farkındalığı yüksek devletlere, sanayi devrimi sonrası eksikliklerini yeni paradigmadan yararlanarak telafi etmek gibi büyük bir şans tanıyor. Yani, henüz ana muharbe tankı üretmemiş bir devlet, insansız hava aracı ve akıllı mühimmat üretir, hatta ihraç eder duruma gelebiliyor. Bu nedenle, önümüzdeki on yıllar için iki somut hedef koyulmasında fayda var: Türk savunma sanayiinin dünyada robotik harp trendlerini sürüklemesi ve genç Türk girişimcilerin teknoloji start-up’larında, özellikle yapay zeka alanında, ciddi başarılar yakalaması… Bu iki hedefin gerçekleştirilebilmesi halinde, Türk milli güç kapasitesinin jeopolitik etkilerinin çok geniş bir coğrafyada hissedilmesi kaçınılmaz olacaktır.

Dr. Can Kasapoğlu – AA

Paylaş